Zülfü livaneli - Serenad kitabından notlar
Beyin sapı, yüz milyonlarca yıl önceki sürüngen atalarımızdan miras kalan ve zaman içinde evrilen saldırganlığın, ritüellerin, bölgesel ve sosyal hiyerarşinin yatağı olan organdır”
Beyin sapı, yüz milyonlarca yıl önceki sürüngen atalarımızdan miras kalan ve zaman içinde evrilen saldırganlığın, ritüellerin, bölgesel ve sosyal hiyerarşinin yatağı olan organdır” 6
Yanımda olmanı istiyorum diyemediğim için bu yağmur içimi ıslatıyor dediğimi nasıl anlamaz? Düpedüz, sarıl bana dedikten sonra, sarılmanın ne anlamı kalır! Olmayacak duaya âmin deme duygusunu yaşıyorum sürekli. 10
kadınlar ne kadar güçlenirse güçlensin burası “erkek” bir ülkeydi. 13
chopenhauer’in dediği gibi: Doğa onları türün devam etmesi için kandırmaya uğraşıyor. Aşk denilen şey, çocuk yapmakla sonuçlanması gereken bir kandırmaca mı gerçekten 14
bir gencin yaşlıya yardımı değil de, Müslüman bir kadının içine yerleşmiş kölelik duygusuyla geleneksel hizmet anlayışı olarak görmesinden çekiniyordum 15
Hayal kurmayı çok sevdiğim, hatta bu zor hayata sadece hayallerle dayanan birisi olduğum için kafamda hemen bir oyun kurdum. 19
yoğun olarak ilgilendiğim sonraki birkaç yılda edindiğim bir alışkanlıktı bu: Hayal kurmak ve hayatı hikâyeler biçiminde algılamak. 20
Vıcık vıcık yüzeysellik yayan şu “kişisel gelişim” kitaplarının bağırıp durduğu “İstersen yaparsın!” sözü tam bir kandırmacaydı. İnsan ancak yapabileceğini isterdi. “İstemek” kavramı, “dilemek”ten ve “hayallere dalmak”tan farklı bir şeydi. Bedelini göze almakla, gereğini yapmakla ilgili bir şeydi 20
Dünya çok hoyrat ve sert bir yer artık. Hele büyük şehirler. Okullar şiddet yuvası. Bazı hassas ve zeki çocuklar, kişiliklerinin yaralanacağı korkusuyla kendilerini tamamen kapatıp, online iletişim kuruyorlar.” 28
Fyodor Dostoyevski, insanın ancak acı çekerek olgunlaşacağını söyler. 41
Biraz zaman kazanınca, serbest zamanını artırmak için daha fazla uğraşıyor insan. Canlanıyor. Hayattaki mecburiyetlerden kurtulma duygusu yaşadıkça, dolu dolu yaşama isteği artıyor 45
“Bu sorudan neden rahatsız oluyorsunuz?” “Çünkü yanlış buluyorum” dedim. “Kimin daha vatansever olduğunu ölçmenin bir yöntemi mi var? Neden bazıları, memleketi kendilerinin daha çok sevdiğini ileri sürerek bir ayrıcalık elde etmeye çalışırlar? 56
“Sen yokken bile, eve geç geldiğim zaman bir suçluluk duyuyorum içimde” 72
“Evliliğin, bir yuva kurmak ve bir hayatı paylaşmak için özgürlükten vazgeçmek olduğunu bilmiyor muydun?” 72
“Kar Anadolu’nun yorganıdır!” 72
Türk erkeklerinin bir numaralı özelliği sinirlenince hız yapmalarıdır. Bu yüzden hiçbirisiyle direksiyon başındayken tartışmayacaksın. Her yıl yedi bin kişinin öldüğü kazalarda, aile kavgalarının çok önemli yer tuttuğunu düşünürüm hep. Kadın söylenir adam gaza basar, kadın biraz daha söylenir adam biraz daha gaza basar ve aile yarı bilinçli bir intihara sürüklenir. Olan, arka koltukta oturan ve trafikteki diğer araçlara el sallayan, her şeyden habersiz masum çocuklara olur 73
“Her yolculuk bir kader birliğidir” 74
Adımları kadar sözleri, selamlaşmaları, düşünceleri de birbiriyle aynı olan insanlar yetiştirmekti amaç. Bu durumda, insanların özellikleri birbirleriyle aynı olacağı için, herkese ancak omuzlarındaki ve kollarındaki işaret kadar değer veriliyordu. Bu makineye bir taraftan insan giriyor, öteki taraftan asker çıkıyordu 130
“Aramızdaki temel fark ne, biliyor musun? Sen insanlara baktığın zaman üniformalar, bayraklar ve din görüyorsun!” “Peki, sen ne görüyorsun bakalım?” “İnsan, sadece insan. Seven, acı çeken, acıkan, üşüyen, korkan bir insan 113
Bu memlekette, Kürt sorunundan yoksulluğa, hemen her meselede bir görmezden gelme, yok sayma alışkanlığı vardı. Bir muhalif kişi bunlardan söz ederse, sanki sorunları o yaratmış gibi ona öfke duyulurdu. Farklı düşünmek, çok zaman düşman kabul edilmenin nedeni olurdu 134
Türk erkekleri önce annelerinden babalarından dayak yiyerek yetişiyor, çocuk yaşta cinsel organlarının ucunun usturayla kesilmesiyle cinsel bir travmaya uğruyor, sonra okulda, askerde, maçta dayak yiyip duruyorlardı. Bu da özgüven diye bir şey bırakmıyordu onlarda. Çoğu, saldırganlığı, kendinden güçsüz olanı ezmeyi seçiyordu 156
İnsanların kendi milletini veya kendi inancını diğerlerinden daha üstün görmesi, ne korkunç olaylara, ne büyük acılara neden oluyordu bu dünyada! 162
1934 yılıydı. Hitler iktidara geleli bir yıl oluyordu ve o ünlü kanunu...” “Devlet Memuriyetiyle ilgili kanun” dedim. 182
Korkunç ve beklenmedik bir darbeydi bu. Üniversitedeki Yahudi kökenli hocalarım işi bırakmak zorunda kaldılar. Bu arada Yahudi öğrencilere de baskılar başladı. Onların da okuması imkânsız hale geldi. Üniversitelerdeki Nazi öğrenciler, terör estiriyorlardı. 182
halk ancak örgütlü olduğu zaman etkili olabilir. Yoksa tek tek insanlar, zorbalık karşısında sinerler. Genel kuraldır bu. Alman halkının da elinde bir şey yoktu. Ama partiler ve diğer örgütlenmeler suçluydu elbette.” 183
Her iktidar öldürür! Kimi daha az, kimi daha çok.” 183
Okulda İbni Haldun’un bir sözünü öğretmişlerdi, yıllarca unutamamıştım. “Coğrafya kaderdir 200
İşadamı Vehbi Koç, Standard Oil Company’nin Romanya temsilcisi Martin Segal, eşi ve iki çocuğunu kurtarmıştı. 240
Kaldığım yerden... Demek ki biz fark etmeden sürekli bir kabuk değiştirme içindeydik. Bizans’tan kurtul, Osmanlı’dan kurtul, Arap kültüründen kurtul... Şimdi de yeni moda: “Kemalizm’den kurtul!” Mavi Alay’ı sakla, Struma’yı sakla, Ermeni olayını sakla 251
Bir ara Türkiye’de niye bu kadar çok Ereğli var diye sormuştum kendi kendime. Konya Ereğli’si, Marmara Ereğli’si, Karadeniz 151
Ereğli’si! Sonra araya araya bunların eski “İraklion”lar olduğunu anladım. Aynen Bolu gibi. Bolu, İnebolu, Tirebolu, Safranbolu kasabaları, aslında poli yani Rumca “şehir” kelimesinden geliyordu.
Artigiana, 1838’de Sultan Abdülmecid’in fermanı ve 20.000 kuruşluk ihsanıyla kurulmuştu. Çeşitli dinlere mensup, kimsesiz kalmış yaşlılara son günlerinde bir sığınak, bir yuva oluyordu. Herkese bir oda veriliyordu. İnsanlar isterlerse o odalara kendi eşyalarını yerleştirip kalabiliyorlardı. Gündüz dışarı çıkıp akşam gelmeleri de mümkündü. 256
Yaşlılıkta, çoğu durumda, beden ve zihin aynı zamanda çökmüyordu. Genellikle bunlardan biri daha genç kalıyordu. Hangisinin önce çökmesi daha iyidir gibi trajik bir sorunun cevabını bugün tam olarak öğrenmiştim: Önce zihin çökerse insan daha mutlu ölürdü 261
Baş sorumlu olarak, İngiltere’nin Ortadoğu’daki en üst yetkilisi olan ve Struma’daki insanların karaya çıkarılmaması konusunda Türkiye’ye baskı yapan Walter Edward Guinness Moyne görülüyordu. Lord Moyne, 6 Kasım 1944’te öldürüldü. Olayın sanığı olarak yakalanan 17 yaşındaki Eliahu Hakim ve 22 yaşındaki Eliahu Bet Zouri, 22 Mart 1945’te Kahire Cezaevi’nde asıldılar. İki genç adam, cinayeti neden işledikleri sorulduğunda, mahkemede şu yanıtı verdiler: “Struma’nın öcünü aldık! 266
Elimden kâğıtları attım. Öğrenecek daha fazla bir şey yoktu. Toplu bir cinayetti bu. İngiltere, Romanya, Almanya, Türkiye, Sovyetler Birliği hükümetleri el ele vermiş, 769 masum insanın ölümüne yol açmış ve konunun üstünü bir daha açılmamak üzere kapatmışlardı. Maximilian bunun için “Hiçbir hükümet masum değildir!” diyordu. 267
Tanrı bile kendini yazıyla anlatıyor. İyi ama yazının icadından önce Tanrı yok muydu?” 279
Sıcak suyun altına girmek kadar beni rahatlatan bir şey yok. Temizlikten de öte, bir çeşit terapi gibi. Hele zor dönemlerimde sıcak suyun içine gömülmek ya da tepemden aşağı boşalan sıcaklığı hissetmek kadar iyi gelen hiçbir şey yok. Üniversite yıllarımda okuduğum Wilhelm Reich bunu, yorganın altına cenin pozisyonunda kıvrılmak gibi, ana rahmine dönme isteği olarak yorumluyordu ama olsun, bazen insan bu dünyadaki kötülükleri görünce gerçekten de böyle bir arzuya kapılmıyor mu? 296
İnsanın geliri ne kadarsa ona göre bir gereksinim seviyesi oluşuyor, öyle bir yaşam standardı ortaya çıkıyordu. Bu gereksinimleri karşılamak, yaşam standardını sürdürmek hayattaki en önemli konu haline geliyordu. Zaten uzun vadeli taksitlerle, kredi kartlarıyla, gelecek ayların ve yılların maaşları da büyük ölçüde harcanmış oluyordu. Ev, araba falan almayıp, yani gelecekteki maaşlarını önceden harcamayıp küçük tasarruflar yapmayı tercih edenler de vardı. Ama sonuçta bizler için, çalışmak zorunda olan ve maaşla yaşayan insanlar için, bir yerden sonra en öncelikli konu güvence haline geliyordu. Bu da hayatı değiştirmenin önündeki en büyük engeldi. Bir yaşam anlayışına, daha doğrusu yaşam alışkanlığına neden oluyordu. 303
İlyas-ı Habır gibi anlamsız bir hayat yaşamaktan kurtulma fırsatı yakalamıştım. 304
“Burası özel bir mezarlıktır” demiş. “Buraya gömülen insanlar mezar taşlarının üstüne gerçek yaşlarını değil, hayatta mutlu oldukları günleri yazarlar. Kimi 21 gün mutlu olmuş, kimi 37 gün. 52’yi geçen çıkmadı daha.” Bekçiye teşekkür edip ayrılmışlar. İlyas bir süre sonra Mardin’e dönmüş. Uzun bir ömür sürmüş, sonra bir gün hastalanmış. Ölüm döşeğinde oğullarını başına toplamış ve demiş ki: “Size bir vasiyetim var. Mezar taşıma aynen şöyle yazacaksınız: İlyas-ı Habır bitti / Anasından doğru kabre gitti.” 306
Babam sık sık, disiplinli yaşamanın özgürlüğü azaltan değil, çoğaltan bir şey olduğunu söylerd 312
Adil olanın peşinden gidilmesi doğrudur, en güçlünün peşinden gidilmesi ise kaçınılmazdır. Gücü olmayan adalet acizdir; adaleti olmayan güç ise zalim. Gücü olmayan adalete mutlaka bir karşı çıkan olur, çünkü kötü 315
insanlar her zaman vardır. Adaleti olmayan güç ise töhmet altında kalır. Demek ki adalet ile gücü bir araya getirmek gerek; bunu yapabilmek için de adil olanın güçlü, güçlü olanın ise adil olması gerekir. Adalet tartışmaya açıktır. Güç ise ilk bakışta tartışılmaz biçimde anlaşılır. Bu nedenle gücü adalete veremedik, çünkü güç, adalete karşı çıkıp kendisinin adil olduğunu söylemişti. Haklı olanı güçlü kılamadığımız için de güçlü olanı haklı kıldık 315
Bütün devletler kötüdür! Aslında devlet denen örgüt, kötülüğün sürdürülmesi için vardır 316
İşte Türkiye böyle bir çelişkiler ülkesiydi. En avangart yaşamdan feodal aşiret düzenine kadar her şey vardı. Hiçbir standart tutturulamıyordu. Bazen bu ülkede hem New York hem Kandehar var gibi hissediyordum ki galiba bu gözlemim doğruydu 321
Yapay sınırlarla insanları bölen, acılarının kaynağı devletler.” 326
Devletle uğraşamazsın, buna kimsenin gücü yetmez.” “Devlet diye gerçek bir şey yok ki abi. En tepede kendini devlet sanarak kararlar alan, insanların yaşamasına ya da ölmesine karar veren çobanlar var.” 329
Patmos’ta kutsal metinlerin yazıldığı mağarayı ziyaret etmiştik. Gerçi bu adaların hepsi güzel anılarla dolu değildi. Savaşta kamplar kurulmuş, buralarda Ritsos, Theodorakis gibi birçok sanatçıya işkence edilmişti 333
1970’lerde Holocaust adlı bir dizi çekildiğini ve bu dizinin Alman televizyonlarında gösterildiğini okumuştum. Alman halkı televizyonlarının başına geçerek diziyi izlemiş ve gözyaşı dökmüştü. Böylece anlatılmayan, konuşulmayan acı gerçek, bir televizyon dizisi sayesinde bilince çıkarılmıştı. Çok önemli bir şeydi bu. Almanların, kendilerini bu kadar kötü gösteren bir diziyi göstermeleri de alkışlanacak bir durumdu doğrusu 340
Bununla ilgili haber ve yorumları incelediğim günlerde okuduğum internetteki bilgiler, dizinin TRT’de gösterilmesinin yasaklandığını duyuruyordu. Yani 340
Almanlar kendi aleyhlerindeki diziyi göstermiş ama konuyla hiç ilgisi olmayan Türkler bunu yasaklamıştı. Belki bininci kez “Yarabbi, ne garip ülkeyiz!” diye düşündüm. 340
İzlerken, daha güzel bir hayat yaşamayı gerçekten isteyen insanların, en zor koşullarda bile bunun yolunu arayacağını düşündüm. İçinde bulunduğu koşullarda mümkün olan en güzel hayatı yaşamaya çalışan, bunun için her fırsatı değerlendiren, yeni fırsatlar yaratan insanlar... Sadece böyle insanların daha güzel bir dünya için mücadele etmelerinin içtenliğine inanabilirdik. Sadece onların imkânsızı isteme hakkı olabilirdi. Bu koşullarda mümkün olmayan bir hayat uğruna koşulları değiştirmek için, dünyayı değiştirmek için isyan etmeye, sadece onların hakkı olabilirdi 341
Epilog Anlatım biçimine içerikten kopuk bir şekilde odaklanmak, aslında anlatılanın önemsiz olduğunu düşünmekten kaynaklanıyor olsa gerek. İranlı Firdevsi, yaklaşık bin yıl önce yazdığı Şehname’nin başlarında, söylenecek bütün sözlerin söylenmiş olduğunu, yeniden söylenmeye değer söz kalmadığını, bu nedenle de bir şey söylemekten çok, güzel söylemenin önemli olduğunu ileri sürüyordu 348